“Huve Allahu’llezi Lâ İlêhe İlle Huve” “O Allah ki O’ndan başka ilah yoktur.”
Çünkü kâinatı “Ol” emriyle yaratan, içindeki bütün mahlûkatını rızıklandıran ve gözeten, ayrıca hayale gelen veya gelmeyen bütün üstün sıfatlara sahip olan tek zat O’dur.
Allah (c.c.): Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplamış bulunan Zat-ı Vacibu’l Vücud, yani varlığı kimseye bağlı olmayan ve varlığı sadece kendinden olan tek zâttır.
Allah Resulü (s.a.v.) de bu konuda “Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, yüzden bir eksiktir. Çünkü Allah tektir teki sever. Kim onları sayarsa, (şuur ile anlayarak ezberlerse) cennete girer.” buyurmuştur.1
Lafza-i Celâl’in diğer bütün isimleri kapsayan özelliği vardır ve yalnızca İslam’a mahsus bir isimdir. Çoğunluk âlimler tarafından Arap dilinde “Allah” lafzının hangi kökten türediği söz konusu edilmemiş ve daha önce başka bir manada da kullanılmamıştır. O, doğrudan doğruya hakikî Mabud’un özel ismi olarak kullanılmıştır. Buna bağlı olarak, O’nun zâtı her şeyden önce gelir. Allah(c.c) kendisine ibadet edildiği için Allah değil, bizatihi Allah olduğu için ibadete layıktır. Diğer dillerde Allah Lafza-i Celalini karşılayacak, aynı anlam ve muhteva genişliğine sahip başka bir kelime yoktur. 2
Rabbini bu sıfatları ile tanımayan kulun, hayatına nasıl yön vereceği veya ne ile tatmin olacağı konusundaki arayışı sonuçsuz kalır. Çünkü ulvi sevgiyi kuşanmaya kabiliyetli yaratılan insanın, geçici, noksan, bayağı zevkler ile doyuma ulaşabilmesi mümkün değildir.
Mahlûkatındaki çeşitliliği, mükemmelliği ve güzelliği seyrederek, Allah(c.c)’ı tanıma ilminden bir damla içecek olan insanın, gözleri kamaşacaktır. İlâhını, mahlûkatında seyretme(tefekkür), kendini O’nun engin ilmine teslim etme arzusu tutuşacak ve O’nu nasıl öveceğini şaşıracaktır.
Allah Resulü’nün bir hadisinde, Yüce Allah (c.c.)’a yakışır şekilde hamd etmek için kelimelerin yetersiz kaldığını gören bir kul, çareyi melekleri bile şaşırtan şu ifadede buldu: “Ya Rabbi, Sultanlığının azametine, zatının celâline layık olan hamd sana mahsustur.” İki melek bu sözün sevabını yazmakta o kadar müşkül duruma düştüler ki, ne yapacaklarını bilemediler. Nasıl ölçecekler, neyle tartacaklardı. Allah (c.c)’ın huzuruna çıkarak: “Ey Rabbimiz. Bir kul öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendireceğimizi bilemiyoruz.” dediler. Kulunun ne dediğini en iyi bilen Allah’u Teâlâ: “Kulum ne dedi?” buyurdu. “Sultanlığının azametine, zatının celâline layık olan hamd sana mahsustur dedi.” dediler. Allah’u Teâlâ buna karşılık meleklere: “Kulumun söylediği gibi yazınız. Benim huzuruma geldiğinde onun mükâfatını Ben vereceğim.”3 buyurdu.”
İbrahim (a.s.)’ın duası ile huzuruna geldik. “Ey bizi yaratan ve hidayet veren, bizi yediren ve içiren, hastalandığımızda şifa veren, bizi öldürecek ve diriltecek olan, kıyamet günü hatalarımızı bağışlayacağını umduğumuz Rabbimiz. Bize hüküm (hikmet) bağışla, bizi Salihlere kat ve bizden sonra gelecekler arasında doğrulukla yâd edilmeyi nasip eyle.”4