Bizlere doğru ile yanlışı, hakla bâtılı ayıran bir Furkan gönderen Allah’a hamd ederiz. Rabbinin yol göstermesiyle çağının alt üst olmuş değerlerinin içerisinden hassas bir ayrım ile dosdoğru bir yaşam tarzını bizlere örnek olarak sunan Efendimize de salât ve selam olsun.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem peygamber olarak gönderildiğinde, vahiyden uzak geçen yılların sonucu olarak tüm doğru-yanlış değerler birbirine karışmış, yaşam tarzı cehalet üzerine şekillenmişti. Hatta yanlış yaşam tarzı toplumda kemikleşmişti. Bu durum toplumun her alanına müdahaleyi gerekli kılıyordu. Alış verişten nikâha, mirastan savaş hukukuna, ahlâktan yeme içmeye varıncaya kadar her konuda hakla bâtıl karışmıştı. Önce “Le ilehe İllallah” demeye çağırdı Allah Rasulü. Ama herkes anladı ki bu ifade sadece bir söylem değil, bu davet sadece bir söze değil! Bu davet; hayat değiştirmeye! Bu davet; yaşam kriterlerini yeniden düzenlemeye! Bu davet; yanlışları hayatımızdan söküp atmaya ve dosdoğru bir hayat tarzına geçmeye!
Bu durum Mekkeli müşriklerin gözünü korkuttuysa da ilk önce çok da rahatsız olmadılar. Çünkü karşılarında hem az hem de zayıf bir topluluk duruyordu. Her halükarda yenerlerdi onları. Ama hakkın karşısında dayanamayan bâtıl, gün geçtikçe ürpermeye başladı. Çünkü karşısında çığ gibi büyüyen bir hareket oluşuyordu. Bunun üzerine zulümler ve öldürme teşebbüsleri arttı. Ama tüm çabalara rağmen bu kıvılcımın Medine’ye sıçramasına engel olamadılar. Hicret, Mekkeli müşriklerde bir şok tesiri oluşturdu. Bu durum; yeni filizlenen İslamî hareketin, onların sınırlarından ve kontrollerinden çıkması demekti. Ama yine de ümitlerini kaybetmediler. Kendi güçlerine güvenleri sarsılmadı. Çünkü Kureyşliler savaşçı insanlardı. Bilmedikleri savaş teknikleri yoktu. Kendilerine Peygamberimizin Medine’den yola çıkarak Ebu Süfyan’ın kervanını vuracağı bilgisi geldiğinde bunu fırsat bildiler ve hemen ordularını topladılar. Kervan vurma niyetiyle yola çıkan Müslümanları büyük bir ordu ile karşılayacaklar ve kesin hezimete uğratacaklardı. Büyük bir hazırlıkla, savaş ve zafer türküleriyle yollara çıktılar. Sonuç garanti görünüyordu onlara. Tüm techizatları, sayıları, teknikleri, tecrübeleri hatta moralleri her şeyleri tamamdı. Ama Müslümanlar böyle değildi. Sadece bir kervan vurmak üzere hazırlanmışlardı, donanımlı bir orduyla karşılaşmaya değil! Ve karşılaşacakları orduyu öğrendiklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Zafere dair bir ümit ışığı dahi görünmüyordu onlar için. Sadece Allah’a ve Rasulü’ne teslim oldular.
Ve Kur’an’ın ifadesiyle “Furkan Günü”1 başladı. Hakkın bâtılın beynine inip, onu sadece o kutsal söylemiyle değil bizzat kılıcıyla parçalayacağı gün gelmişti artık. Bunu Müslümanlar ilk anda bilemediler. Çünkü manzara hiç de öyle görünmüyordu. Hatta Efendimiz bile sonuçtan endişeliydi. Bu sebeple Bedir karşılaşmasının öncesindeki gece hiç uyumadan sabaha kadar dua etti: “Ey yüce Allah’ım! Eğer bu küçük grubu bugün helak edersen bundan böyle yeryüzünde sana ibadet edilmez.” Ama Rabbimizin çok büyük bir plânı vardı ve bu plânı gerçekleştirmek için sayıya, silaha ihtiyacı yoktu. Rabbim yeter ki kullarını üstün kılmak istesin, O sadece “ol” dese yetmez mi? İşte bu kudreti göstermek istedi yüce Rabbimiz. Ve ilk defa hakla bâtılın (şirkin) safları, tam bir şekilde ayrılmış olarak karşı karşıya geldi. İlk defa bâtıla fiilî müdahale başladı. İki kardeşten bile hak taraftarı olanla olmayan ayrı saflardaydı, yan yana değil. Baba ile oğul karşılaştı. Artık her türlü bağ bitmiş sadece hak ve bâtıl bağı kalmıştı. Herkes safını belirledi. Ölümüne yerleştiler saflarına!
O gün Müslümanlar güce, kuvvete, silaha, sayıya değil sadece hakka bağlandılar. Karşılık olarak da zafer, devlet, kudret değil sadece cenneti arzuladılar. İşte “Yevmu’l Furkan” gerçekleşiyordu. Saflar ayrılıyor, değerler ayrılıyor, yargılar değişiyor, saltanat el değiştiriyordu. Şirkin saltanatı sallanıyor, Allah’ın hâkimiyeti yeryüzüne nam salıyordu. Sayı, techizat, güç-kuvvet bakımından az olan bir ordu, sayıca kendisinin üç katı olan ve her türlü donanımla donamış şirk ordusunu mağlup ediyordu. Bilal-i Habeşî ve Abdullah İbn-i Mes’ud gibi zayıf sahabilerin kılıcıyla devriliyordu şirkin ileri gelenleri. Başta Ebu Cehil b. Hişam, Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ümeyye b. Halef, Nadr b. Haris, Ukbe b. Ebi Muayt gibileri olmak üzere toplam yirmi dört (veya diğer bir rivayette yirmi yedi) şirk öncüsü tek tek devrildi. Ebu Talha’dan gelen bir rivayette o şöyle demiştir: “Bedir günü -harp sonunda- Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Kureyş eşrafından yirmi dört kişinin cesetlerinin bir araya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedir kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Böylece pis kuyu yeni pisliklerle dolmuştu.”
Bu arada Allah, melekler ile de destekledi mü’minleri. Yardıma gelmişti saf saf melekler! “Siz Rabbinizden yardım talep ediyordunuz, O da: ‘Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim’ diye cevap vermişti.
Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kalplerinizin tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) Allah’ın katından başkasında nusret (zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”2
Allah zafer vermek istediği zaman buna kim engel olabilir? Bu da aydınlanan bir gerçek oldu o gün.
İşte Bedir günü! Kafalardaki tüm değerler alt üst oldu ve yeniden bir şekil buldu. Zafer için gerekli olan her şey değişti. Demek ki ne sayı, ne binekler, ne yiyecekler ne de silahlar değildi asıl etken. Tek kuvvet Allah’tı ve zafer ancak ve ancak Allah’tandı.
O gün itibariyle doğru ile yanlış tek tek ayrılmaya başladı birbirinden,
• Asıl kuvvet; sayı vb. değil, imanmış!
• Asıl bağ; kan bağı değil, iman bağıymış!
• Asıl güç; safların ayrılmasında imiş!
• Asıl kazanç; dünyadaki zafer değil, cennetmiş!
• Allah’ın rızasını isteyene; Allah sadece rızasını ve cenneti değil, dünyadaki zaferleri de verirmiş!
• Ve sadece Allah’a tevekkül edenler asla yardımsız kalmazmış!
Bütün bu gerçekler tek tek çıktı ortaya.
Efendimiz hayatı boyunca hakla bâtılı birbirinden ayırmak için fiilen mücadele etmiştir. O “Le ilehe illallah” diyerek sadece söylemde hakla bâtılı (şirki) birbirinden ayırmamış, bu söylem doğrultusunda doğru yaşam ile yanlış yaşamı da birbirinden ayırmıştır. O, hayatımızdaki her türlü yanlış uygulamayı söküp atmak için çalıştı, yaşadı ve örnek oldu.
Bedir günü; tevhid söyleminin eyleme dönüştüğü ve şirki ortadan kaldırmak için bizzat elle yapılan bir müdahaledir. Allah’ın birliğini ve O’nun tüm ilahlık taslayanlardan yüce ve yegâne kudret sahibi olduğunu nazarî olarak kabul edenler, Bedir gününde bu hakikatin pratiğini yaşadılar. Allah’ın sonsuz kudret sahibi olduğunu kulaklarıyla işiterek iman edenler gözleriyle de şahit olmuş oldular.
Bedir günü de şahittir ki “Furkan” olmak sadece hakkı bâtıldan ayırmak değil, hakkı bâtıla üstün kılmak için mücadeleyi gerektirir. Hakla bâtılı ayırmak; hakkın kabulünü ya da yaşanmasını engelleyecek tüm maddî engelleri ve İslam’ın ameli tatbikatını zorlaştıran tüm baskı unsurlarını önce Müslümanların hayatından sonra da tüm beşeriyetin hayatından kaldırıp atma mücadelesidir.
Hak ile bâtılın ne olduğunu sadece bilmek kâfi gelmez. Çünkü hak kendiliğinden gerçekleşmez. Bâtıl da kendiliğinden yok olmaz. Bu uğurda mücadele etmeden bâtıl, saltanatını hakka teslim etmez. Bu mücadeleyi Kur’an ne güzel ifade etmiştir. “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) nitelendirdiklerinizden dolayı eyvahlar size.”3 İşte yapılması gereken tam da budur. Hakkı bâtılın üstüne fırlatmak ve onu darmadağın etmek! O zaman hakla bâtıl birbirinden tam olarak ayrılacaktır hatta bâtıl tamamen yok olacaktır.
Bedir günü de olan budur. Onlardan sayıca ve kuvvetçe az olan HAKK tarafından şirk liderlerinin hem beyni hem de varlıkları darmadağın olmuştur. Demek ki hak, her daim üstündür ve güçlüdür.
Bu güce sahip olmanın yegâne yolu; fikirde ve yaşamda hakla bâtılın ve bu doğrultuda tüm safların ayrılmasıdır. O zaman Allah’ın yardımı hatta melekleri desteğe gelecektir. Bunda hiç şüphemiz olmasın! Hakla bâtılı ayırmanın yolunu da yine Kur’an beyan ediyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.”4
Bedir günü; zayıflıkların hakka dayanarak nasıl kuvvet bulduğunun, hayatı pahasına hakkı savunanlara nasıl hayat bahşedildiğinin, kendi menfaatlerini değil de hakkın üstünlüğünü düşünenlerin nasıl büyük bir şan ve şerefe mazhar olduğunun tüm insanlığa ispatlandığı gündür.
Cebrail Aleyhisselam Bedir günü sonrasında Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip “Ya Rasulullah! İçinizdeki Bedir kahramanlarını ne mertebede sayarsınız” diye sordu. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise: “Müslümanların en faziletlilerinden sayarız” buyurdu. Cebrail Aleyhisselam: “Biz de Bedir’de hazır bulunan melekleri, meleklerin en hayırlıları sayarız” diye karşılık verdi.
O “Furkan Günü” yer ve gök halkı için gerçekten çok önemli bir gün olmuştu. O günün müşrikleri tevhid ve hakikatleri ile güreşe giremeyeceklerini, hak karşısında rakip olarak bile görülmediklerini tam olarak anlamış oldular.
Bugün tevhidi savunanlar da bilmelidirler ki asla mağlup olmayacak bir hakikatin erleriyiz. Ve yine tevhidi harekete engel olmaz isteyenler de bilmelidirler ki; onların, sırtını Allah’a dayayan ve kâinatın yegâne gerçeği olan tevhide sarılanlar karşısında zerre kadar şansları yoktur. O halde; Bedir’in pis kuyularına atılan şirk liderleri gibi tarihin en kirli ve pis sayfalarına atılmadan evvel yolumuzdan çekilsinler!
Ya Rabbi bize hakkı tutup bâtıla fırlatacak bir güç ihsan eyle! Senin en çok severek vereceğin ikram bu olsa gerek!
1- Enfal, 41
2- Enfal, 9-10
3- Enbiya, 18
4- Enfal, 29