Asıl Sebep Tevhid Ve Tenkid
Kıymetli kardeşlerim! Furkan Cemaati olarak zorlu bir süreçten geçiyoruz. Konferansların engellenmesi, sosyal medya üzerinden iftira ve karalama kampanyaları, algı operasyonları derken şimdi de Hocamıza ve cemaatimize atılan ‘terör örgütü kurma ve nitelikli dolandırıcılık’ gibi asla kabul edemeyeceğimiz bir suçlama ile karşı karşıyayız. Bu suçlama neticesinde 10 günlük bir gözaltı sürecinden sonra Hocamız ve dört kardeşimiz tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderildi. Böyle bir operasyon, bizim gibi mazisi tertemiz bir cemaati kamuoyu nezdinde küçük düşürmek, müntesiplerine korku vermek, İslami faaliyet yapanları böyle bir mesajla sindirmek gibi çok amaçlı yapılmış olabilir.
Bu suçlamaları kesinlikle kabul etmiyoruz ve bize yapılanın asıl sebebinin başka olduğunu biliyoruz. İşte biz de bu sebepleri paylaşarak bir yönüyle kamuoyunun bu konuda doğru bilgilendirilmesini istiyoruz. Diğer yandan kardeşlerimizin de neden başımıza bunların geldiği noktasında müsterih olmalarını, haklı olduğumuzu yakinen anlamalarını ve gittikleri her ortamda (iş, okul, akraba ziyareti gibi) bu zulmün gerçek sebeplerini konuşmalarını, böylelikle sesimizi kısmak isteyenlerin maksadının aksinin gerçekleşmesini diliyoruz.
İşte Faaliyetlerimizin Engellenmesinin Asıl Ve En Önemli Sebebi:
İlk olarak şunu söyleyelim: Faaliyetlerimizin engellenmesi ve bitirilmeye çalışılmasının asıl ve en önemli sebebi Tevhid üzerinde durmamız ve bunun gereği olarak Tevhid’in hâkim olduğu bir medeniyet özlemini dile getirmemizdir. Tevhid’in sadece bir sözden ibaret olmadığı, bunun bir yaşam şekli olduğu, tüm Peygamberlerin bunun üzerinde durduğu, konuya vakıf olan herkesin malûmudur.Söylediğimiz şudur: Madem ki bu dünya ve bu kâinat Allah Azze ve Celle’nindir, yani mülkün sahibi ve aynı zamanda sonsuz ilim sahibi O’dur, öyleyse O’nun dediği olmalıdır. Bundan daha doğal ve daha gerçek ne olabilir? Böyle olduğu takdirde insanlar arasındaki tartışmalar da toplumsal kargaşalar da son bulur. Biz ‘Gelin insanların ürettiği beşeri ideolojilere değil Allah’ın dinine tabi olalım, her meselede O’nun hükümlerini referans alalım’ diyoruz. Bu hem Kur’an’ın emri hem de Kur’an kıssalarında gördüğümüz kadarıyla tüm Peygamberlerin davet ettiği en önemli gerçektir.
Halkın çoğunluğunu (%98) Müslümanların oluşturduğu bir toplumun Tevhid’in hakikatini bilmeye ve ona göre yaşamaya hakkı yok mudur?
Toplumun beşerî sistemlerin kıskacında kıvrandığı, uçuruma sürüklendiği, madden ölmese de manen öldüğü bir hakikat değil midir? Batı’nın mimsiz medeniyetinin toplumsal yaralara merhem olmadığı, var olan yarayı daha da derinleştirdiği görülmektedir.
Biz Müslüman olarak elimizdeki bu Tevhidi reçeteyi kullanmak isteyince neden bu tavır suç kapsamında görülüyor?
Ben Müslümanım diyen hiç kimsenin Kur’an’ın toplumlara sunduğu dünya ve âhirette kurtuluşun reçetesi olan hükümlere ve yaşam tarzına bir itirazı olamaz, olmamalıdır da. Bundan rahatsız olanlar beşerî sistemleri kuran ve bu sistemlerden nemalanan, toplumları var olan sisteme göre istedikleri gibi dizayn etmek isteyen bir takım güçlerdir. Tarih boyunca ‘Rabbim Allah’tır’ diyenlere böylesi zulümlerin yapıldığını, bu zulümler yapılırken ise bu kişilere sırf bu yüzden (toplumda Allah’ın dediği olsun dedi diye) değil de farklı sebeplerden dolayı bunların yapıldığı imajı verilerek toplumun yönlendirildiğini görmekteyiz.
Gerek Hz. Peygamber döneminde gerekse önceki dönemlerde bunları müşahede ediyoruz.
Ashab-ı Uhdud kıssasında (Buruc suresi) rivayetlere göre 20 ya da 40 bin kişinin ateş dolu hendeklere atılıp yakılması ve onları yakanların bu manzarayı seyredecek kadar vahşileşmesinin altında yatan gerçek sebebi Kur’an bize şöyle açıklıyor: “Onlardan, yalnızca Aziz ve Hamid olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar.”1 Onlara bu zulmü reva görenler acaba o topluma bu Müslümanlar hakkında nasıl gerekçeler sundular, bu müslümanları o günün medyası ve kara propaganda araçları ile nasıl linç ettiler?
Mekke’nin müşrikleri Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e fiili olarak saldırdıklarında Hz. Ebubekir Radıyallahu Anhu yetişmiş ve “Rabbim Allah’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” diyerek tepkisini dile getirmişti. Görüldüğü gibi Allah Azze ve Celle’yi Rab olarak kabul etmek, O’nun sıfatlarının toplumda yansımasını istemek, her meselede hükmü O’na tevdi etmek o günün beşerî sistemlerinde de suç olarak görülüyor, bunu isteyenlere türlü zulümler reva görülüyordu.
Biz Tevhid Üzerinde Durmaya Devam Edeceğiz
Biz Tevhid üzerinde durmakla Allah Azze ve Celle’nin hakkını savunmaya, Müslümanların maslahatını istemeye, yeryüzünde refahın ve adaletin tesisine çalışmış oluyoruz. Böylesi bir tavır ve bu tavrın devam ettirilmesi aslında o hareket için sigortadır. “Bunların arkasında kim var, kime dayanıyorlar, bu cesareti nereden alıyorlar?” gibi sorulara muhatap oluyoruz. Aslında bunun cevabı basittir. Allah’ın hakkını savunan, menfaatleri değil de O’nun rızasını gözeten, O’nun gösterdiği yolda ilerleyen her hareketin koruyucusu Allah Azze ve Celle’dir.
Bu anlayış aynı zamanda tüm korkuları, endişeleri bertaraf eden, insana Allah tarafından sükûnet bahşedilmesine vesile olan bir anlayıştır. Asıl korkulması, asıl dikkate alınması gereken merci Allah Celle Celaluhu’dur. Bu sebeple Kur’an’ın emri olan Tevhidi söylemimizden vazgeçersek, bunu bir tedbir gibi görürsek Allah Azze ve Celle’nin yardımından yoksun kalırız, asıl o zaman biteriz. Özetle söyleyecek olursak beşerî sistemler böylesi çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda Kur’an’a ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e dayandırılarak söylenen sözlere cevap veremedikleri için, bunu söyleyenleri marjinalize etmeyi, bir takım kötü etiket ve iftiralarla toplumun gözünden düşürmeyi hedeflerler.
Ellerindeki kara propaganda araçlarını (satılık medyayı) kullanırlar. Bir günde hatta daha kısa zaman diliminde tüm toplumda hatta dünyada kötü tanınmanıza yol açmaya çalışırlar. Kısa vadede hareketi kötü tanıtmayı başarsalar da gün gelir gerçekler ortaya çıkar. İşte o zaman yaptıklarının halkın nefretini kazanmaktan, Allah’ın gazabını üzerlerine çekmekten başka bir şeye yaramadığını görürler.
Yapılanların Diğer Sebepleri İse:
Bu yapılanların bir başka sebebi de Tevhid üzerinde dururken istikameti bozmadan vasat (dengeli) bir hareket tarzının benimsenmesidir. İfrat ve tefritten uzak, meselelere Kur’an ve Sünnet çerçevesinden bakılması, aşırı ya da ılımlı olunmaması, sisteme entegre edilememesi ya da başka yönlere kanalize edilememesi de bir sebeptir. İstikametin tutturulması elbette ki Allah Azze ve Celle’nin yardımına, meselelere Kur’an penceresinden bakılmasına bağlıdır. Yani bu nokta da aslında sigortamızdır. Bu iki sebebe ek olarak büyüme istidadını da belirtmek gerekir. Bir hareket Tevhid ve istikamet üzere olup ta büyümüyorsa, küçük bir grup olarak kalıyorsa bu da sistemlerin müdahalesine maruz kalmaz. Bu durumda bize yapılanın bir sebebi de büyüme potansiyelimiz ve toplumda bu hareketin yansımasının görülmesidir.
15 Temmuz sonrası birçok İslami kesim hizmetlerini azalttı, bir kısmı da kapattı. Biz ise yolumuza devam ettik, faaliyetlerimize ara vermedik. Aslında bizim faaliyet alanımızın daraltılması 15 Temmuz darbe girişiminin öncesinde başlamıştı. 3-4 yıl öncesinden Muhterem Hocamız bu sürece işaret ediyordu. İslami faaliyetlerin önü kesilmek isteniyor, birileri hükümet-cemaat kavgasını körükleyerek buna zemin hazırlıyor demişti. O dönemlerde yaptığımız konferanslarda yoğun katılım olması (özellikle Adana ve Ankara gibi) da bu engellemelerin bir sebebidir.
Asıl sebeplerden sonra bir diğer sebep de hükümetin bazı yanlışlarını tenkit etmemizdir. Başta şunu söylemek lazımdır. Bu tenkitler Allah rızası içindir ve din nasihattir çerçevesi içerisinde yapılmıştır. Tenkit edilen konular İslam’ı ve Müslümanları ilgilendiren konular olup gündelik politikaya dair değildir. Aslında konunun bu kısmına daha önceki sayılarda değinilmişti. Tekrar mahiyetinde olsa da konu bütünlüğü açısından (önemine binaen) tekrarında fayda görüyorum.Tenkitlerimiz üç konudadır, daha sonraki tenkitler sürecin devamı niteliğindedir. Her üç meselede de zaman bizi haklı çıkarmış, tebrik edileceğimizi beklerken üstüne biz tenkit edilmiş, ötekileştirilmeye maruz kalmışız.
Birincisi; Irak meselesidir. Hangi vicdan ya da hangi din anlayışı bir zalimin yanında yer alarak komşumuz ve aynı zamanda din kardeşlerimiz olan Iraklı Müslümanlara ABD tarafından yapılan hunharca katliama yardımcı olunmasını kabul edebilir! ABD bunun bölgede rejim değişikliği olacağını söylese de yaptığı bir katliamdır, iki milyon insanın şehadetine, üç dört milyon çocuğun yetim kalmasına, binlerce Iraklı Müslüman kadının ırzına geçilmesine sebep olan bu rejim değişikliği Irak halkına çok pahalıya mal olmuştur. Aklı selim galip gelmiş ve TBMM’den, karadan askerimizin girmesine sebep olacak tezkere geçmemiş olabilir.
Ancak ABD’ye havadan (İncirlik Üssünü kullandırarak) desteğimiz devam etmiş, bu insanlık dışı katliama Türkiye olarak elimiz bulaşmıştır. Meseleyi sadece Saddam’ın devrilmesi ve böylece Irak halkının kendini kimin yöneteceğine karar vermesi olarak görmek başlı başına saflıktır. Çünkü ABD girdiği hangi yerde katliam yapmadan, bölgeyi alt üst etmeden çıkmıştır? Biz bu durumun Müslümanlar açısından vahametine değindik, din nasihattir çerçevesinden tenkit ettik, Müslümanların kanına elimiz bulaşmasın dedik. Bugün de aynı görüşü savunuyoruz. Bu duruma yer, gök şahitlik yaptı. Nur Bacıların feryadı kulakları çınlattı. Irak yerle bir oldu. Hâlâ orada bir düzen kurulamadı, kardeş kavgaları, mezhep çatışmaları bitmedi.
Aynı yanlış Suriye’de de devam etti. Emperyalist Batı, Ortadoğu’daki emellerini gerçekleştirmek için İslam Coğrafyasını kana bulamayı kafasına koymuş, İsrail’in güvenliği ve Arzı Mev’ud hayallerini gerçekleştirmek için adım adım siyaset izliyor, biz de onların ekmeğine yağ sürecek politikalar sergiliyoruz.
Irak’ta Saddam bahane edildi, Suriye’de de Arap Baharının etkisiyle Esad bahane edilerek Suriye savaşı başlatıldı. Saddam’ın da Esad’ın da diğer İslam ülkelerindeki kukla kralların da İslam’a ve halka zarar verdiklerini, onları tasvip etmediğimizi söylemeye gerek yok. Zaten onları bu halkların başına musallat eden de yine Batılı güçlerdir. Ancak aynı güçler günü geldiğinde kendilerinin başa getirdiği adamları baş belası göstererek o ülkelere müdahaleyi normal göstermek istiyorlar.
Arap Baharının da tesiriyle Türkiye, Suriye’de başrol oynamaya çok hevesli bir aktör gibi ileri atıldı. Sonraki süreçte işi çokta iyi hesap etmediği belli oldu. 3-5 ayda bu işi bitiririz, Şam’daki Emevi Camisi’nde Cuma ile de bu olayı taçlandırırız düşüncesindeydi. Esad’ın kesinlikle gitmesi gerektiği kırmızı çizgimizdi. Gelinen noktada savaş 6-7 yıldır devam ediyor, Suriye birkaç parçaya bölündü, bir milyondan fazla insan öldü. 3,5 milyonu ülkemizde olmak üzere 8-10 milyon insan mülteci durumunda, umuda yolculuk adı altında binlerce insan denizlerde boğuldu. Suriye yerle bir oldu. Sınırımızda terör yuvası oluştu. Şu anda gerekirse Esad ile görüşmeye bu savaşı sonlandırmaya hazırız deniliyor, çizilen kıpkırmızı çizgiler aşılıyor. Bu olaylar başlar başlamaz sürecin nasıl ilerleyeceğini gören ve ne gibi sonuçlar doğuracağını gören ve hükümeti Allah rızası için uyaran Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi de cezaevinde tutuluyor. Bu nasıl bir adalet anlayışıdır sorusunun cevabını komuoyunun vicdanına bırakıyorum.
Diğer bir mesele ise Mısır’a gidilip laikliğin tavsiye edilmesi konusudur. Bir Müslüman âlim olarak Alparslan Kuytul Hocaefendi bu durumda da dinin gereğini söylemiş, Müslüman’ın laikliği tavsiye edemeyeceğini, bunun caiz olmadığını belirtmiştir. Bu durumun fetvasını topluma değil, böylesi zamanlarda susmayı tedbir ve maslahat olarak gören diyanete ve toplumun kanaat önderleri olan meşhur hocalara bırakıyorum. Varsa bu konuda yetkililere verecekleri bir fetva söylesinler, onu da tüm kamuoyu ile paylaşsınlar biz de halkımızla beraber bilelim.
Mevzu aslında daha da uzundur ancak bu kadarıyla iktifa edelim. Hocamıza ve kardeşlerimize yapılan bu zulümden ve yanlıştan tez zamanda dönülmesini umuyorum. Halini Allah Azze ve Celle’ye arz eden Yakup Aleyhisselam’ın duasıyla bitirelim: “Yakup dedi ki, “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum…”2
Kaynak
________________________________________
1- Buruc, 8.
2- Yusuf, 86.
Yazar: Murat Gülnar